Vaşak'ın İzleri

 Bölüm 4 - Denge



Vaşak, Gecekıran kasabasından ayrıldıktan sonra güneye yöneldi. Karanlığın ve batan güneşin gökyüzüne vuran ışıklarının ortasında gidiyormuş gibiydi. Üzerinden geçile geçile taşlaşmış olan toprak yolun kenarlarını işgal etmiş uzunca yabani otların serinlikte nasıl dalgalandığını izlemek zamanı kısaltıyordu onun için. Yeryüzü dümdüz olup önüne serilmiş gibiydi. Hiç endişe etmeden karşısına çıkacak olan olayları, insanları merak ediyordu içten içe. Artık şansının ya da kolyeye ait bir şeylerin daima yanında olduğunu düşünüyordu. Bunu düşünedururken, çok geçmeden kararan havada, toplanmaya başlayan yağmur bulutlarını ve kapanan gökyüzünü izlemeye başladı. Sığınacak bir yer bulabilmek için yürüyüşünü hızlandırdı. Hafif tümseklerin üzerinden epeyce uzakta çok yüksek olmayan dağların siluetini görebiliyordu, oraya gitmek uzun zaman alırdı ancak onun daha berisinde duran alçak tepelerin kenarlarında gizlenen karartılar fark etti, bunlar küçük kayaç tepelerin altındaki oyuklardı. Buralara sığınabilirdi. Heybesini eliyle sabitleyip o yöne hafifçe koşarak ilerlemeye başladı. Hava iyice kapanmış, bulutlar bu dümdüz ovayı sulamak için rüzgâra tutunarak uzaktaki denizin üzerinden kayarak kendisine doğru geliyordu. Nihayet nefes nefese uzaktan gördüğü bu karartılara ulaştı. Oyuklardaki ateş izleri, bu oyukların yolcular için epey tercih edilen bir mola yeri olduğunu gösteriyordu. Heybesini çıkarıp kendini yere bıraktıktan sonra kürkünü çıkartıp örtü gibi sırtına attı. Birden gökyüzünün parlamasıyla irkilip hemen kulaklarını kapadı. Ancak tahmin ettiğinden çok daha az gürültülüydü bu şimşek. Oyuğun önüne damlalar düşmeye başlamıştı. Yağmur onu yolundan etmişti belki ama böylelikle dinlenmeye fırsat bulabilmişti. 


Şaman, yola çıkmadan önce,  doğudaki şehri, Predonya'yı görmesini istemişti. Onu şehrin doğu kapısından uğurlamasının sebebi de buydu. Bu kapıdan uzanan yol Vaşak'ı bu şehre götürecekti. Vaşak uzanmış dinlenirken Bartharn'ın verdiği flütü çıkarıp bir süre izledi. Anne-babasını düşünüyordu. İçinden 'şimdi ne yapıyorlar acaba? ' diye sordu. Bunu daha fazla düşünmenin kendisini çıktığı yoldan, yeni kaderinin güzergâhından saptıracağı düşüncesi araya girip düşüncelerini dağıtarak onu bu dalgınlıktan kurtarmıştı. Flütü ağzına doğru götürüp üflediğinde çıkan ezgilerden yağan yağmur, yolculuk, kestirilemez sonun tedirginliği hissediliyordu. Epeyce çalıp nefesi kesildiğinde soluklanmak için biraz bekledi. Çıkardığı seslerin gittiği şehirlerdeki insanlara da aynı şeyleri hissedip hissettirmeyeceğini merak ediyordu.  Birden yağmur sesinin arasından ayırt edebildiği şıpırtılar duydu. Birinin çamur zemine basarak yaklaştığını anladı. Tepelerin altındaki oyuklarda yalnız olmadığını anladı. Flütü aceleyle yere bırakıp sessizce dikenli sopasını eline aldı. Oyuğun kenarına iyice yapışıp geleni bekledi. Hava iyice kararmıştı ve ateş olmadığından bir şey görünmüyordu. Loş bir ışık oyuğun ağzını aydınlatmaya başlayınca yüzünden akan teri fark etti ama yine de kendini savaşmak için hazır hissediyordu. Sonunda ışığı tutan, oyuğun önüne gelince Vaşak daha önce hiç görmediği ancak duyduğu bir şeyi görmüştü. Kadın bir savaşçıydı gördüğü. Mavi renge çalan deri parçalardan birleştirilmiş bir kıyafeti, deri çizmeleri, uzun saçları, karanlıktan bile belli olan yeşil gözleri, beyaz bir yüzü olan minyon yapılı biriydi. Bu haliyle hikayelerdeki kadar korkutucu görünmüyordu. Savaşçı içeri baktı ve tepenin kenarındaki diğer oyuklara yöneldi. Vaşak'ın korkusu her ne kadar geçse de tedbirli olması gerektiğini düşünerek sessizce arkasından bakmaya çalıştı ancak kafasını dışarı çıkardığında kimseyi göremedi. Duvarların kenarından loş ışığın süzülüp gittiğini görünce daha rahat nefes alıp vermeye başlayarak ışığı takip etti. Tepenin etrafını saran oyukların birinin önünde duran ışıktan, savaşçının içeride olduğunu anlamıştı. Gizlenmiş, savaşçının çıkmasını beklerken boynunun arkasında buz gibi bir şey hissetmişti. Savaşçının kılıcının soğukluğu boynundan bütün vücuduna sirayet etmişti. İnce bir ses onu elindekini bırakması için uyarmıştı. Gafil avlanmıştı. Elindeki dikenli sopayı bırakıp telaşla ve yalvarır gibi bir ses tonuyla "be-ben. Dur! Yapma! Ben sadece geçiyordum, rahatsız etmek istememiştim," diyerek kendisinin kimseye zarar vermeyeceğini ve yolcu olduğunu anlatmaya başladı. Kadın "Yolcu olduğunu görüyorum, beni neden takip ediyorsun," diye sordu. Vaşak "Aslında gittiğinizden emin olmak istemiştim," diye karşılık verdi. Kadın aşağılayıcı bir gülümsemeyle "Biz her zaman buradayız, Gecekıran'ın kiralık gümüşlerine ve vahşilere rağmen," diyerek kılıcını indirip kınına sokarken "Buradan yolcuların ve tüccarların geçmesine izin veriyoruz, o yüzden tedirgin olmana gerek yok. Bu topraklar efendimiz Lereon'a aittir. Yolculardan şimdilik vergi olarak isimlerini istiyoruz. Adın ne?" diye devam etmişti sözlerine. Vaşak ismini söyleyip, kadın sormadığı halde yolculuğunu, nereden gelip nereye gittiğini anlattı kısaca. Bu savaşçıya samimi gelmişti. Onun zararsız olduğuna kanaat getirdiğinden sinirlerindeki gerginliğin yavaş yavaş azalmaya başladığını hissetti. Vaşak konuşmasının sonunda savaşçıya ismini sorunca, savaşçı hem Vaşak'ın kendisine soru sormasına - ki yakaladığı yolcular çekindikleri için ona soru soramazlardı- hem de bu zamana kadar kendisine her zaman emir ve görev verildiğini, hayatının sürekli bir mücadele içinde geçtiğini, birileriyle savaşıp birilerini koruduğunu, bir arkadaşa sahip olmadığını ve kendisine birinin sadece ismini öğrenmek amacıyla adını sormadığını fark etmiş ve şaşırmıştı. Biraz duraksadıktan sonra yavaş ve şaşkın halde "Ben İfor" dedi. Sonra bu şaşkınlığı yaşamamış gibi devam etti. "Dinlenmek için girdiğin oyuklar aslında benim nöbet bölgem, buraları gözlüyorum." Yağmurun altında konuşurlarken iyiden iyiye ıslandıkları için Vaşakla beraber kendi nöbet tuttukları yere gidip Vaşak'ın hikayesini detaylarıyla anlatmasını istedi. Her ne kadar Vaşak ona tehlikesiz biri gibi gelse de İfor temkinli bir şekilde fazla yaklaşmadan yürüyor ve göz ucuyla Vaşak'ın hareketlerini takip ediyordu. Birlikte Vaşak'ın eşyalarını alıp İfor'un nöbetini tutarken dinlendiği oyuğa gittiler. İfor biraz önce yerden aldığı feneri oyuğun bir köşesine koyup içerisini aydınlattı. Vaşak yine kürkünün üzerine oturup yola çıkma hikayesini anlattıktan sonra Şamanların kendisine verdiği kolyeyi gösterince İfor kaskatı kesilip, ayakları titremeye başlamıştı. Vaşak savaşçının bu halini görünce ne olduğunu anlamaya çalıştı. İfor heyecanla bileğini kapatan deri zırhı yukarı çekmeye çalışıp bilekliğini gösterdi. Vaşak kolyesindeki taşın aynısını savaşçının bilekliğine işlenmiş olarak görünce sanki bütün dünya sessizliğe bürünmüş gibi oldu. Kulaklarındaki yağmur sesi durmuş gözlerini sadece bu taşa dikmiş, tamamen boşalan zihninde bir şeyi anlamlandırmaya çalışıyordu. Her ne kadar İfor kendi hikayesini anlatmasa da onun hikayesinin, kendi hikayesinden farklı olduğunu biliyordu. Kendine neden verildiğini bilmediği bir taşın başkasına veriliş sebebi üzerine fikir yürütememişti. Farkında olmadan savaşçının yanına kadar gidip taşa doğru elini uzatmıştı. Aynısını İfor da yapmış, oturduğu yerden kolyeye doğru uzanmıştı. Taşlara dokunduklarında taşları taşıdıkları andan itibaren yaşadıkları olaylar aynı kendi anılarıymış gibi birbirlerinin zihinlerinde belirmişti. Bu inanılmazdı. Böyle bir şey nasıl olabiliyordu? İkisinin de kafasında bu taşlara neden sahip oldukları sorusu vardı. Aslında Vaşak böyle taşlara ilgi duyduğu için hediye edildiğini düşünmüştü. İfor başını ellerinin arasına almış yaşadığı anın gerçek olup olmadığını düşünüyordu. Bu anlam veremedikleri olayın heyecanını yavaş yavaş yenmeye çalışıyordu ikisi de. Vaşak yeniden sakinleşen İfor'a bunun nasıl verildiğini sorduğunda savaşçı kadın, Yolculuk yapan bir şamanla tanışıp, epey muhabbet ettikten sonra ona hayattaki amacını anlatmış, şamanın şans getirmesi için ona hediye ettiği söylemişti. Ancak ikisi de bu taşların sadece şans için var olduklarına inanmıyordu artık. Bu heyecan verici rastlantının da sadece bir rastlantı olmadığını düşünüyorlardı. Oturdukları oyukta gözleri boşluğa dalarak uzun süre bunu düşündüler. Vaşak bir ara yağmur seslerinin arasında uykuya daldı. 

Vaşak uykudan, soğuk bir rüzgarın yüzüne çarpmasıyla uyandı. Yağmur dinmiş, gün ağarmaya başlamıştı. İfor oyuğun hemen önünde, gece boyunca ıslanan çayırları izliyordu. Vaşak'ın uyanırken çıkardığı sese dönüp bakınca onun toparlanmaya başladığını gördü. Belli ki Vaşak'ın taşıdığı taşın bir eşini bulması onu yolundan alıkoymayacaktı. "Gidecek misin?" diye sordu İfor. Vaşak "Evet," diyerek yanıtladı bu soruyu tok ve soğuk bir ses tonuyla. Kendini aklındaki sorulardan arındırmış gibi bir hali vardı. Kalıp taş ile ilgili gizemleri çözmeye çalışmanın beyhude olacağını düşünmüştü. Çünkü yola çıkma gayesi bu değildi. Çözse bile bu kendisi için neyi değiştirebilirdi? İfor da onun bu kararlı halini görünce taşların sırlarının kendileriyle birlikte yok olacağını anlamıştı ve sabahın soğuğuna karışan sesiyle "Bir müddet seninle geleyim," diyerek Vaşak'ın önünden yola koyuldu. Bu sırları kendi hayatlarının içinde araması gerektiğini düşünmeye başlamıştı o da. Predonya yolunda Yolculara ve tüccarlara saldıran vahşiler vardı ve İfor onların etrafından geçip şehre ulaşan yolu biliyordu. İfor artık Vaşak'ın yanında yürüyor, göz ucuyla onun hareketlerin kontrol etmiyordu. Ona güven duymuştu. Yürürlerken artık taşları düşünmemeye başlamıştı ikisi de. Bu üstlerine aldıkları bir yükü bırakmak gibiydi. İfor buradan geçen yolcularla ilgili yaşadığı ilginç anılarını anlatmaya başlamıştı. Bir keresinde Gümüşlerden bir kaçının tüccar kılığında bilgi toplamak için bu topraklarda gezinirken nöbetçilere farklı isimler vererek zeka seviyelerinin anlaşılmasıyla birlikte onları yakaladıkları olayı kahkaha atarak anlatmıştı. Farklı şeyler düşünmek, günlük olaylardan bahsetmek, dinlemek ikisini de hafifletiyordu. Vaşak ise yola başlamaya karar verdiği av anısından bahsetmişti yolun kalan kısmında İfor'a. Epeyce yürüyüp daha güneyden Predonya yoluna dönecekleri kavşağa geldiklerinde güneş, gökyüzünü kaplayan bulutların ardında Ay'ın gece göründüğü gibi göz kamaştırmadan tepelerinde beliriyordu. Vaşak içinden "Keşke benimle gelseydi," diye geçirdi. Yol için arkadaş her şeyden daha iyi olurdu. İfor beline bağlı duran küçük çantadan ekmek parçası çıkartıp Vaşak'a uzatarak "Yolda dikkatli ol. Son zamanlarda buradaki bütün yollar tekinsiz olmaya başladı," dedi. Vaşak dünden beri bir şey yemediği aklının bir yerlerinde gezinirken bir ara unuttuğu açlığını yeninden hatırladı ve hiç çekinmeden ekmeği alarak "Yolculuğumu tamamlamak için dikkatli olmaya ihtiyacım var, Teşekkür ederim," dedi. İfor "Yolun yine buralara düşerse o tepedeki oyukların olduğu yerde beni ya da arkadaşımı bulabilirsin," dedi gülümseyerek. Vaşak da gülümseyip "Umarım yine görüşürüz," dedikten sonra sessizce birbirlerine sırtlarını dönüp ayrılmışlardı ki tam o sırada Vaşak gideceği yoldan kendine doğru nara atarak gelen bir grup Atlıyı görünce İfor'a doğru koşmaya başladı. İfor da sesleri duyup geri döndüğünde gelenlerin vahşiler olduğunu görünce kılıcını çekip Vaşak'ın önüne geçip ona "Bu tarafa doğru kaçalım" diyerek geldikleri yönü gösterdi.  Beraber batıya doğru kaçmaya başladılar. Atlıların kendilerine yetişmemesi için yol kenarlarında uzayıp giden çayırların arasına dalıp koşmaya çalışıyorlardı. Vahşiler de onların çayırlara girdiği yere yaklaştıklarında atlarından inip arkalarından koşmaya başladılar. Vaşak bir ara İfor'u gözden kaybetse de önündeki hışırtılardan onu takip edebiliyordu. Bir süre sonra yorularak yavaşladılar. Kendilerine yaklaşan vahşilerin seslerini duyabiliyorlardı. Ölmemek için devam etmek zorundaydılar. Kaça kaça Vaşak'ın dün akşam gördüğü, çayırların ve denizin arasında yükselen dağa yaklaşmışlardı. İfor "Çatalboynuz dağına ulaştığımızda kurtulabiliriz," dedi nefes nefese kalmış halde. Vahşilerle aralarındaki mesafe iyice kapanmışken kaçtıkları yöne doğru bir mızrak yanlarından geçip yere saplandı. İfor, Vaşak'a dönüp "Artık savaşmalıyız," dedi. Vaşak belki de yolun sonuna geldiğini düşünüp, kaçarken ruhuna işlenen çekingenliği söküp atarak, bir elinde dikenli sopası diğer elinde küçük nacağıyla İfor'un arkasında durarak, beraber vahşilerin gelmesini beklediler. Vahşiler hemen onlara yetişmişti. Vaşak ve İfor'un kendilerini beklediklerini görünce bir an duraksadılar. Biraz iri cüsseli olan bir kaç adım önde doğru yürüyerek, gök gürültüsü gibi sesiyle "İkinizden birisi teslim olursa diğerine dokunmayız," dedi. İfor hafifçe arkasına bakıp Vaşak ile göz göze geldiler. Bir seçim yapmak hiçte kolay değildi onlar için bu şartlarda. Vaşak içinden 'bizi seçim yapmak zorunda bırakan onların gücü mü yoksa kendi irademiz mi?' diye geçirip kendisi için cesurca bir son olmasını istedi. "Teslim olmuyoruz gelip kendiniz alın," dedi yüksek bir sesle. Vahşilerden ikisi önden atılıp İfor'a saldırdılar, diğer ikisi de Vaşak'a doğru yönelmişlerdi. Vahşilerin silahı uçlarında kenarları sivri taşlar olan, baltaya benzer silahları vardı ve bunları ustalıkla kullanıyorlardı. İfor bir kaç kılıç oyunundan sonra kendine saldıranlardan birinin yüzünü parçalamıştı. Vaşak ise elindeki sopayı sallıyor, kendisine yapılacak bir hamle için kendini kolluyordu. İfor, Vaşak'ın savaşamayacağını bildiğinden acele etmeye çalışıyordu. Karşısındaki vahşiyi bacağından, kolundan ve kılıç tuttuğu elinden derin bir şekilde yaralayıp Vaşak'a doğru koştu. O sırada Vaşak baldırından ve göğsünün üzerinden darbeler almıştı. Vahşilerden birisi arkasından gelen İfor'u fark edip hemen hamle yaptı ve onu yere düşürdü. Yerde bir süre mücadele ettikten sonra İfor adamın ağır vuruşlarına dayanamayıp yorgun düştü. Vaşak ise hala elindeki sopayı savurup kendini korumaya çalışıyordu. İfor'u düşüren adam silahını iki eliyle kavrayarak tüm gücünü toplayıp son kez vurmaya hazırlanırken Vaşak durumu fark edip elindeki nacağını adama doğru fırlattı ve nacak adamın koltuğunun altındaki kaburgalara saplandı ama silahın İfor'a doğru inmesini engelleyemedi. Adam yüksek sesle böğürerek silahını salladığında İfor kılıcını kendine siper etmiş ama silahın ucundaki keskin taş bileğini ve bilekliğini parçalayıp göğsünün ortasını saplanmıştı. İfor birden uyuşmaya başlayan bedenine hapsolmuş çığlığı serbest bıraktı ve çayırlarda yankılanan sesler otların arasında kendine yiyecek bir şeyler arayan kuşları, bir anda mateme boğulan topraktan kaçırmıştı. İfor gözlerini kapatmadan hemen önce dağ tarafından Ellerinde büyükçe baltaları, çatallı boyunuzu olan miğferleriyle, kalın kürk kıyafetleriyle gelen üç savaşçıyı görünce içi huzur dolu bir vaziyette, gülümseyerek gözlerini kapattı. Vaşak kalan son vahşiye karşı kendini savunacağını düşünüp, dinleniyor onun hamle yapmasını bekliyordu. Vahşi ise gelen savaşçıları görünce geri geri uzaklaştıktan sonra kaçmaya başladı. Vaşak ise ne olduğunu anlamak için arkasını döndüğünde gözlerinin önünden bir şey geçip kaçan adamın sırtına saplandı. Yeni gelen savaşçıların kim olduklarını anlamaya çalışırken takatinin kalmadığını anlayıp, ne olacaksa olsun diyerek silahını yere dayayıp dizinin üzerine çöktü. Savaşçılar yanına gelene kadar İfor'un toprağı süsleyen bedenini izledi. Onun hikayesi işte burada son bulmuştu. Yanına gelen savaşçılardan biri Vaşak'ın koluna girip ayağa kaldırdı. Karşısında duran savaşçı ise başındaki boynuzlu maske-başlığı çıkarıp "Arkadaşın için üzgünüm, biz bu dağın savaşçılarıyız, ismim Urakes. Sana zararımız olmaz ama buralarda kimin bize zarar verip vermeyeceğini şaman Tanbal bilir. O yüzden seni götürmek zorundayız. Arkadaşın için bir mezar hazırlatacağım, merak etme!" dedi. Siyah gözleri, kumral saçları ve toprak renginde teni olan orta boylarda bir savaşçıydı bu. Bir şamana hizmet ettiğini söylemesi Vaşak için yeterli gelmişti zaten. Urakes boşta duran savaşçıya yerdeki yaralı vahşileri işaret ederek bir şeyler söyleyip arkasını döndü. Koluna giren savaşçıdan sıyrılıp arkadaşına son kez baktı Vaşak. Kırılan bilekliği ve taşı, toprağa bulanmış halde gözüne ilişmişti. Eğilip eline almaya kalkınca bileklikteki taşın yeşil özü akıp toprağa karışıverdi. Bilekliğin parçasını büyük bir üzüntüyle arkadaşının üzerine koyup ayağa kalktı ve sendeleyerek Urakes'in peşinden yürümeye başladı. Aklında ise kendine yol arkadaşı olan  İfor vardı. İfor başkasının yol arkadaşı olup kendi kaderini çizmişti bu gün. Kim bilir belki o olmasaydı Vaşak'ın da kaderi burada son bulacaktı. 

Uzun, sessiz, huzursuz, hüzünlü ve yorucu bir yürüyüşün ardından gün akşama döndüğünde Çatalboynuz'un kuzeye bakan yamacında, etrafı buhurdanlarla çevrilmiş bir mağaranın önüne geldiler.  Etraftaki koku tıpkı sonbahar rüzgarlarının ormandan köyüne taşıdığı kokuyu andırıyordu. Urakes, Vaşak'a "Burada bekle," diyerek mağaradan içeri girerken savaşçılardan birini yanına çağırıp bir şeyler fısıldadı. Savaşçı başını sallayıp olduğu yerde beklemeye başladı. Çok geçmeden, içeriden elinde uzun bir mızrağı asa olarak kullanan yaşlıca, kurt postu kaplanmış deriden kıyafetleri olan, uzun kuzu postundan ayakkabılı, saçı olmayan, uzun ve kır sakallı, hafif çekik gözlü, emin bakışlı ve gayet ciddi birisi, mağaranın ağzında belirdi. Vaşak'ı bir süre süzdükten sonra "Bu halde bekletmeyin getirin'" dedi kadifemsi bir ses tonuyla. Biraz önce Urakes'in fısıldadığı savaşçı hemen bir kaç parça, içinde ezilmiş bitkiler bulunan bez parçasını Vaşak'ın yaralarına sardı. Vaşak yaralarının yandığını hissetse de belli etmeden savaşçının yardımıyla mağaraya girdi. Etrafa bakınca karşısındakilerin burayı sadece buluşma merkezi olarak kullanmadığını, burada yaşadıklarını tahmin etti. Onu içeri getirenin, Savaşçının bahsettiği Tanbal olduğunu anladı. Yerlerde duran yün kaplı oturakların en yükseğine kurulmuştu Tanbal ve "Sanırım buralarda yeni yolculuk yapıyorsun. Tüccar da değilsin. Buralarda ne işin vardı? Vahşilere yem olmak için henüz erken olduğunu düşünüyorum," diye söze başladı. Vaşak daha yumuşak bir karşılama beklerken böyle sorgular gibi bir tavır karşısında hayal kırıklığına uğramış, yaralarının verdiği huzursuzluk ve arkadaşını kaybetmenin öfkesiyle "Sizi tanımıyorum. Buraya arkadaşlarımın destekleriyle geldim ancak kimseden yardım dilenmedim. Sadece çıktığım yola ve amacıma sadakatle ilerliyorum. Evet tüccar değilim, arkadaşını, sizin hafife aldığınız vahşiler yüzünden kaybetmiş bir yolcuyum," diye karşılık verdi. Şaman "Vahşileri hafife aldığımızı kim söyledi?" diye sordu sakin bir tavırla. Vaşak "Konuşmalarınızdan onu sezdim. Savaşçılarınız var ve hüküm sürdüğünüz topraklarda yollar kesiliyor," dedi.  Şaman hafifçe gülümseyerek mağaradaki savaşçılara eliyle çıkmalarını işaret etti. Onlar çıkınca da "Bak genç yolcu hüküm sürmek orada olmak demek değildir. O toprakların senin olduğuna karşı tarafı kabul ettirmektir. Bu dağın sınırlarını şu dışarıda görmüş olduğun savaşçılar güçleriyle değil emekleri ve akıllarıyla geçilmez kıldılar. Vahşiler kalabalık askerlerine güvenip civar köylerde yağma yaparlar biz de haber getiren rüzgarımızın sayesinde onları azar azar yakalayıp hak ettikleri cezayı veririz. İşte bu yüzden bizden korkuyorlar. Tümden karşılarına çıkıp yok olmak ne kadar akıllıca olabilir? Böylelikle bizim olduğumuzu bildikleri yerde durmaktan çekiniyorlar.  Bizi kendilerinden daha çok ve daha güçlü sanmalarını sağlayıp bu dengeyi koruyoruz. Onlara karşı sağladığımız üstünlüğü onlara saldırarak devam ettirmeye çalışmak, baltayla ağacı değil ormanı kesmeye çalışmak gibi olacaktır. Şimdi anladın mı?" dedi. Vaşak "Sanırım anladım," diyerek gözlerini suçladığı Şaman'ın üzerinden çekerek yere yöneltti. Şaman o sırada Vaşak'ın boynun kıpırdayan yeşil kolyeyi fark etti. Yutkunup ayağa kalkarak "Yolculukta sana lazım olacak eşyalarını göremiyorum, yolcu olduğunu söylemiştin," dedi. Vaşak heybesinin vahşilerden kaçarken düştüğünü yeni fark ediyordu. İçindeki yiyecekler, Bartharn'ın flütü ve Yomkartha'nın gönderdiği paralar da gitmişti şimdi. Elinde dikenli sopasından başka bir şey kalmamıştı. Vaşak çok da umursamadı zira yaşadığı hüznün içinde buna üzülmek için yer kalmamıştı. Şaman devam etti: "Bu halinle yolculuğunu tamamlayacak gibi görünmüyorsun.  Bu gece burada kal yarın gideceğin yer neresiyse o yöne doğru yolcu ederiz," diyerek mağara içindeki bir oyukla geçilen başka bir odaya girdi. Vaşak yakınındaki genişçe bir sedire oturup acısını yeni yeni fark ettiği yaralarını tutmaya çalışıp uzanmıştı.  İfor aklından uçup gitmiş kendisinin de acı içinde ölüp gideceğini düşünmeye başlamıştı. Otların ağrıyı azaltmaya başladığı anlarda içinde zamanın kaybolduğu uykusuna dalmıştı. 

Gece damağı kurumuş bir vaziyette uyandığında, Urakes'in o uyurken üzerine örttüğü örtüye bakıp içinden minnet duygusu geçirdi. Cır cır böceklerinin sesine karışan ateş çıtırtılarının biraz ilerisinde mağara ağzında Urakes etrafı izliyor karanlık düzlüğün ortasında yanıp sönen ateş böceklerini ve parça parça gökyüzüne serilmiş bulutların arasından yıldızların gösterisini izliyordu. Kalkıp onun yanına giderek serin bir taşın üzerine oturdu. Gecenin ayazı içini titretmiş, sırtını içerinden gelen ateşin sıcaklığına yaslamıştı. Urakes yanına oturan Vaşak'a göz ucuyla bakıp sonra yine uçsuz bucaksız karanlığa doğru baktı. Vaşak "Suyunuz var mı?" diye sorunca, Urakes beline bağladığı matarasını yavaşça çözüp ona uzattı. Vaşak suyu kafasına dikerken, savaşçı, eliyle ateşin yanındaki kabı göstererek "Orada yemek de var, eğer istersen'" dedi. Vaşak yemek yemediğinden acıkmıştı da. Kazanın içinden iri bir parça haşlanmış eti alıp savaşçının yanına tekrar döndü. Urakes , "İçimde sanki bütün umutları alıp götüren karanlığın bir aksi dolanıyor," dedi. Vaşak bu sözü duyunca mahmurluğuna umutsuzluk da eklendi. Sırtını duvara yaslayıp sessizliği dinliyor, arada bir savaşçı gibi gözlerini göğe dikiyordu. Vaşak, Urakes'e nereden geldiğini sorunca sessizlik bozulmuştu. Urakes "Bilmem, beni bu dağlar doğurmuş gibi sanki. Geldiğim yeri bilmesem de gittiğim yer onurlu bir mezar olacak, peki sen nereye gidiyorsun?" dedi.  Vaşak, geldiği yer çok önemsemeyen bu savaşçıya gittiği yeri anlattı. Aslında yolculuğundan bahsetmişti ekseri. Savaşçı ona dönüp "Demek gittiğin yer arayış dolu bir mezar.  Ara tabi, aramadan bulamayacağını bilemezsin. Nice yolcuların yorulup bir köşeye atılmış heveslerini topladım bu dağın geçitlerinden" dedi. Vaşak umutlarını burada bırakıp gitme niyetinde değildi. Savaşçının karamsar konuşmalarını pek önemsemedi.  Arkalarından gelen ayak sesine döndüler ikisi de. Tanbal ellerinde yeni kıyafetlerle gelip onları Vaşak'ın önüne bırakıp eskileri atıp bunları giymesini söyledi. Vaşak da savaşçıları andıran deri kıyafetleri itiraz etmeden giyiverdi. Deri ve yün karışımı ayakkabıları artık ayaklarını üşütmeyecekti.  Kıyafetlerin altında kalınca bir post ve içi yeteri kadar para ve malzemeyle dolu heybe vardı. Postu sırtına geçirince bir asil gibi görünmeye  başlamıştı. Heybesini de alıp omuzuna yerleştirdikten sonra "Bana sabah yardım etmiştiniz şimdi de bunları veriyorsunuz minnettarım ama sebebini de bilmek isterim," dedi Şamana. Tanbal o tarafa hiç bakmadan yıldızlara dönüp "Yolculuğunun, sadece kendi heveslerinin ve isteklerinin değil seni yola çıkaranların ve yanında olanların ve hatta canından olanların da payı yok mudur?" diye yanıtladı bu soruyu. Şaman haklıydı onu bu yoldan etmek isteyenlerin bile bu yolculukta payları olacaktı elbet. Şaman, Urakes'e "Bu gece son gecemizdi, yuvamızı burada bırakıyoruz ve yeni yuvamız için yola çıkma vakti geldi. Atlar hazır mı?" diye sordu. Urakes "Evet, 5 at ayarladık. Atları Lereon hediye etti. Parasını ödemek için ısrar ettik ancak kabul etmedi" dedi. Tanbal "O zaman yola koyulalım," diyerek atların getirilmesini istedi. Vaşak 5. atın kendisi için olduğunu tahmin etmişti ancak at binmeyi bilmiyordu. Atları hemen getiren diğer savaşçılar, Tanbal'in ata binmesinden sonra atlarına bindiler. Atın üzerinden Vaşak' a "Haydi sen de bin yolumuz uzun," deyince Vaşak at binmeyi bilmediğini söyledi. Şaman ise merak etmemesini kendilerinin onu çekeceğini söyleyip yeniden atından inen bir savaşçının yardımıyla onu ata bindirdiler. Atların heybelerine takılmış uzun kollu fenerler sayesinde yollarını aydınlatabiliyorlardı. Vaşak'ı çeken savaşçı ara ara nasıl süreceğini anlatıyor ve Vaşak talim yapsın diye halatı serbest bırakıyordu. Vaşak iyice alışmıştı ata binmeye. Epey gittikten sonra bir-iki baykuş sesi duyuldu göğe doğru yükselen. Urakes tuzağa düştüklerini anladı, başını Tanbal'a çevirip 'Tuzak!' diye seslendi. Kurtulmak için hızla uzaklaşmak istediler ancak rüzgarı yararak gelen bir ok en arkadaki savaşçının boğazına isabet etmişti bile. Karanlıkta görünmeyen bir düşmana karşı savaşmak olanaksızdı. Hemen tuzağı yarıp kaçmak için atlarını sürdüler. Tanbal, Vaşak'ın atının halatını diğer savaşçıdan alıp ona hızlanmasını söyledi. Urakes'in içindeki sıkıntının sebebi şimdi anlaşılıyordu. yanlarından geçen mızrak ve ok seslerini duyabiliyorlardı.  Vaşak da panikle atı hızlıca sürmeye başladı.  Hedef olmaktan kurtulabilmek için atlarına bağladıkları fenerleri yere atıp, gözleri kapanmış gibi karanlığın içine daldılar.  Vahşilerin iyiden iyiye kendilerine karşı cesaretlendiklerini düşünüyordu Tanbal, yoksa dağ yamacından iner inmez kendilerine tuzak kuramazlardı. Her şeyden önce okla vurulan savaşçısı Hanera'yı daha çok düşünüyordu. Ailesinin onu kendisine getirip, ruhları bataklığa dönmüş insanların var ettiği toplumun parçası değil kendini bir amaç uğruna adamış, yanlışı görmeden ve onu seçmeye fırsat bulmadan yaşaması için bıraktıkları zamanı hatırlamıştı. İnandıkları ve bağlandıklarıyla beraber yaşamış ve habersizce gelen bir okla her şeyini yitirmişti. Utanılacak bir ölüm değildi bu. Yeni bir hayatın başlangıcına doğru çıkılan umutlu bir yolculuğun kurbanı olmuştu. Urakes 'Güneye!' diye bağırarak diğerlerinin kendisini takip etmesini istedi.

Uzun bir kaçıştan sonra Vaşak, eskisi kadar korkmadığını fark etmiş, ölümün onu istediği her an bulabileceğini anlamıştı. Atları da kendileri de soluksuz kalmış dinlenmek için çayırların güneyinden başlayan, keskin ve siyah taş parçalarının Kahin Denizine kadar kapladığı düzlüğün girişinde durdular. Şafak sökmüş ortalık iyice görünür bir hal almıştı. Tanbal atından inip sessizce uzaklaştı. Vaşak da atından inip onu izlemeye koyuldu. Şaman belindeki keseden bir kaç tane taş çıkarıp anlamını diğerlerinin bilmediği bir şeyler söylemeye başladığında kolyesindeki taşın ısındığını hissetti.  Taşı eline alıp baktığında içindeki damarların daha parlak olduğunu gördü, içinden karşısında yas tutan şamanın yakarışları kopup ayazın içine karışıyor gibiydi.  Güneş, gece taşların üzerine örtülen çiğ tanelerini parlatmaya başlarken Vaşak, nefesinin akışını fark etmiş, soğuk rüzgarı içine çekerken göğsündeki ağırlığın azaldığını hissetti. Tanbal yavaşça geri dönüp Urakes'e "Onu kıyıya götür, gitmek istediği yere oradan gitsin," dedi. Urakes başını sallayıp atın üzerinden aşağı atlayıverdi. Vaşak'ın elindeki yuları alıp kendisininkiyle birlikte diğer savaşçıya uzattı. Sonra Vaşak'a dönüp "Bu arazi atlar için iyi olmaz, yürüyüp geçmeliyiz Dağkesen vadisini," dedi. Vaşak'ın buna itiraz edecek ne bilgisi ne görgüsü vardı. Tanbal'e doğru dönüp "Her şey için sağ olun, bir yoldaşınız öldü, bunun için üzgünüm. Dün bana verdikleriniz bedenime, işte bu taş denizini sapsarı ışıltıya boğarak doğan güneş de ruhuma umut verdi. Önümde yeni bir güzergah var, cesur savaşçılarınızdan herkese bahsedeceğim," diyerek güneşi ardına alıp yürümeye başladı. Arkasından Urakes de devam etti. Tanbal mızrağına yaslanıp arkalarından uzaklaşmalarını izledi bir müddet. İçinde Vaşak'a karşı hiç umut yoktu. Onun bu yolculukta yitip gideceğinden, yozlaşıp birbirine benzeyen, düşünmeyen, merak etmeyen, sormayan kalabalıklara karışacağından emindi.  Bir süre bekledikten sonra kendisini takip eden savaşçısıyla arkasını dönüp güneşin battığı yere güneşten önce ulaşmak için yola düştüler. Urakes ise yavaş yavaş yayılan düzensizliğin, kuralsızlığın kendi dengelerini yuvaları olan dağdan mecburen çıkararak bozduğundan bahsederken "Biz kendi canımızdan olmaktan değil ancak koyduğumuz dengenin ve düzenin bozulacağından korkuyorduk. Nitekim bazen kendin bazen de başka şeyler bunu bozabiliyor. Biz bunu bir arkadaşımızla ödedik ve yeni hayatlarımızın dengesini bulmak üzere yeniden yollara düşüyoruz. Sana tavsiyem eğer gücün, var olduğun hayatta tutunmaya yetmiyorsa ya güçlen ya da güçlü olduğun, yeniden başlayıp umutla yolculuk edebileceğin başka bir hayata başla. Dengeyi sağlamak sadece var olanı korumak değildir. İşte biz bu gün  bunu öğrendik," dedi. Vaşak savaşçının nasihatlerini ilgiyle dinledikten sonra "Yola çıkarken bir vadiden bahsetmiştin ismini unuttum, oradan sonra nereye varacağız," diye sordu. Urakes "Sonrası uçsuz bucaksız bir deniz, adı Kahin Denizi," diye yanıtladı. Vaşak "Kahin mi?" diye sorunca Urakes: "Güneydeki Büyük kralların ülkelerine giden seyyahların ve tüccarların denize açılmadan önce kıyıda yaşayan bir kahin kadından yolculuklarıyla ilgili kehanetleri dinledikleri için böyle adlandırmışlar, O yüzden ismi Kahin Denizi". Vaşak  "İlginçmiş bu kahin bize karadaki yolculuğumuzun kehanetlerinden bahseder mi?" diye sordu Urakes'e. Savaşçı "Bilmem kendisini hiç görmedim hikayesini de duyduğumda gençlik çağlarımdaydım belki ölmüştür," diyerek çok da umursamadığını gösterdi Vaşak'a. Birbirlerine kendi anılarından parçalar anlata anlata devam ettiler yola, laf lafı açtı yorgunluklarını unuttular. Urakes yürürken etrafta yükselen tepeleri görünce "İşte Dağkesen vadisi," dedi. Vakit öğlen olmuştu. Vadinin girişinde biraz dinlenip heybelerindeki çörek, kuru et ve kurutulmuş meyvelerden yedikten kısa bir müddet sonra yollarına devam edip vadiye girdiler. Yolun eğimi ve keskin taşlar yolcuğunu iyice zorlaştırıyordu. Vaşak yol boyunca çektiği acıların, zahmetin, üzüntünün, duyduğu sevinçlerin ve umutların kendisini bekleyen son için değecek şeyler olmasını istiyordu içten içe ama yine amacının ömrünü tamamladığında hayal ettiklerini gerçekleştirebilmiş olmadığını, şimdi olanı ya da birkaç saat sonra yapacak olduğu şeyleri yapmanın kendisini meşgul edecek tek amaç olması gerektiğini düşünmüştü. Böyle düşünmenin doğru olup olmadığının muhasebesini yaparken değişik bir koku fark etti. Sesli bir şekilde bir kaç kere kokuyu içine çekince, önünde yürüyen Urakes dönüp "Deniz kokuyor değil mi?" dedi. Vaşak denizin kokusunu ilk kez duymuştu, denizin kokusunu bilmiyordu ki. Savaşçıya "Bu denizin kokusu mu?" diye sordu. Urakes "Daha önce hiç deniz görmemiştin sanırım, evet denizin kokusu, bir süre sonra alışınca geçiyor," dedi. Denizin kokusuyla birlikte, soğuk bir rüzgar başlamıştı. Geldikleri düzlük ve deniz arasında bir boğaz olan bu vadinin çok soğuk bir rüzgarı vardı ve ikindi vakti bile etkisini gösteriyordu. Urakes yürüyüşü sonlandırıp kamp kurmak niyetindeydi. Zira geceye kalırlarsa bu vadinin soğuğunda donabilirlerdi. Vaşak'a yakacak bir şeyler bulmasını, oldukları yerde geceleyeceklerini söyledi. Vaşak da heybesini oraya bırakıp hemen aramaya koyuldu. Taşların arasından sıyrılıp çıkan daha  sonrada kuruyup kalan küçük ağaç kalıntıları bu gece için işlerini görebilecek çokluktaydı. Bir kaç tur topladığı ağaç parçaları epey birikmiş insanın göğsüne kadar gelen bir yığın oluşturmuştu. Urakes ise gece esen soğuk vadi rüzgarında ölmemek için topladığı taşları duvar gibi bir kaç sıra halinde yarım çember şeklinde dizmişti. Şimdi geceyi geçirmek için her şey hazır sayılırdı.  Ateşi yakıp başına oturdular. Vaşak kürkünü yere serip uzanırken yorgunluk ve uykunun ona hiç bir şey düşündürmeyeceğini anlamış, dağların arasından bulutların sardığı gökyüzüne bakmaya başladı. Görüntü yavaşça grileşmeye ve kararmaya başlalarken uyudu. Urakes de  sırtına bağladığı uzunca kürkü çıkarıp üzerine uzanırken kendisi için nasıl bir hayatı yeniden kuracağını, nereden başlayacağını ve nereye gideceğini düşünüyordu.  Gece boyu sert soğuğu hissettikçe uyanıp ateşin odununu tazeledi.


Sabah birbiri ardına uyandıklarında bulutsuz masmavi  bir gökyüzü ve vadinin etrafındaki dağın tepelerini aydınlatan güneş bahar günlerini hatırlatıyordu. Dinlenmişlerdi, hızla toplanıp yola koyuldular. Aşağı doğru eğimi artan vadide bastıkları taşlar kayıyor, artık daha temkinli yürüyorlardı.  Vadide dünden kalan tek şey kesilmeyen rüzgardı. Epeyce yürüyüp, denize doğru kıvrılan patikayı da geçtiklerinde Vaşak karşısında korkutucu bir haşmetle duran denizi görünce başı döndü. Şaşkınlıktan ağzı açık kalakalmıştı. Gördüğü şey uçsuz bucaksız bir deniz ve onun kıyıya vuran köpürmüş dalgaları. Şimdi esen rüzgar sanki onu uçuruyormuş, ayaklarını yerden kesiyormuş gibi hissetmişti. Uzun bir süre ikisi de bu manzarayı izledi. Kimilerine mezar, kimlerine yeni umut olmuştu bu önlerinde serilip giden deniz.  Vadiden inerken hiç acele etmediler, manzaranın tadını çıkarta çıkarta yürüyüp kıyıya ulaştıklarında ayrılık vakti gelmişti. Denizin dalga seslerinin arasında vedalaştılar. Artık vahşilerden epeyce uzakta kalmışlardı. Urakes, Vaşak'a Predonya'nın yolunu gösterip, yine de dikkatli olması gerektiğini söyledikten sonra arkasını dönüp kendisi için başladığı yeni bir yola hiç tereddüt etmeden yürüdü. Vaşak ise hayalleriyle baş başa kalmış halde izlediği denizin üzerinde yolculuk eden gemileri düşünüyordu. Rüzgarla birlikte yüzüne gelen damlalara aldırış etmeden Doğuya, Predonya istikametine yavaş adımlarla yürümeye koyuldu. Oraya ulaşabilirse belki deniz üzerinde hayal ettiği o ihtişamlı gemileri görebilirdi.

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Yeniden İznik

Yağmurlu Birkaç Gün

Scrikss 419 Üzerine